Ana Sayfa Arama Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Bülent Eryılmaz
Bülent Eryılmaz

Atatürk’ün Kardeşi Makbule Hanımın Abisine Vedası

10 KASIM 1938 PERŞEMBE SABAHI…
Saat 08.40’ta Atatürk’ün odasına giren Makbule Hanım yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
Nihat Reşat Atatürk’ün sol tarafına oturmuş bir lastik tulum içinde Atatürk’e hava veriyordu. (…) Ben de karyolanın sol tarafına diz çöktüm.
Gözyaşlarım yerlere akarak, başımı gözümü kimseye göstermeyerek gözyaşlarımı çeşmeler gibi döktüm. Onlar kendi vazifelerine (Doktor Nihat Reşat ve bir hizmetçi) bakarken ben de burada Atatürk’le konuşmaya başladım:
Ağabeyciğim, nedir bu uykun? Üç gündür gözlerini derin uykulardan açamıyorsun, mavi gözlerine hasret kaldım. Mahşere mi kaldı görüşmemiz? Bir daha mavi gözlerini göremeyecek miyim? Bana hakkını helal et, ben hakkımı helal ettim, dedim.
Saat dokuza sekiz dakika kalmıştı. Hemen Kılıç Ali içeri girdi. “Aman hanımefendi, Çok ağladınız, biraz dışarı buyurun” dedi. Elimden tutarak dışarı çıkardı her zamanki planları üzerine. Bütün mevcut olan doktorlar dışarıda hazırlanmışlar, hep birden içeri girdiler.
Nihat Reşat “Üzülme, ağlama hanımefendiciğim. Şimdi her günkü gibi doktorlar toplanarak konsültasyon yapacağız, ne lazımsa iyi olması için yapacağız, üzülmeyiniz.” demişti biraz evvel.
Doktorlar da hemen içeri girdiler. Hepsi Atatürk’ün karşısına sıralandılar, ben de dışarıda yumruklarımı başıma vuruyordum. “Bakalım ağabeyime ne olacak?” diyordum.
Kimse, kimse bir şey söyleyemiyordu. Tekrar odaya girdim. Ah bir de ne bakayım, Atatürk’ün yüzüne bir tülbent germişler. Bu defa karyolanın sağ tarafına oturarak ayaklarına sarıldım. Başyaver geldi.
-Haydi hanımefendiciğim. Fazla ağlama, kalk.
Nihayet meşum 10 Kasım 1938 Perşembe günü geldi çattı. Sabah saat 8.00 sularıydı. Hepimiz Atatürk’ün yanındaydık. Rengi tamamen solmuştu. Dr. Mehmet Kamil Bey başucunda karyolaya dayanmış, gözlerinden dökülen nohut tanesi iriliğindeki yaşları ak bıyıklarını ıslatıyordu.
Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümü­zün önünde, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Aman yarabbi! Adeta deh­şet içindeydik.
– Hasan Rıza Soyak ve İsmail Hakkı Tekçe ile birlikte, ellerimizi kavuşturmuş, son saygı durumunda duruyorduk. Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir üzüntü içinde şöyle dedi:
-Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor!
Saat tam dokuzu beş geçiyordu.
Atatürk birdenbire gözlerini açtı. O güzel mavi gözlerini son olarak bize yöneltti. Ve hemen kapadı. Başını hemen eski durumuna getirdi. O güzel gözler artık ebediyen kapanmıştı.
Sabiha Gökçen ve Afet İnan Atatürk’ün vefatından sonra trenle Ankara’ya gönderilmişlerdi. Gökçen Ankara’ya iner inmez hissettiği duyguları hatıralarında şu cümlelerle ifade ediyordu:
Tesellisi olmayan bir acıyı yüreğinde hissetmesi insanı ne hale sokarsa ben de o hallere düşmüştüm. Ben de, Afet ablam da, diğer yakınları, onu candan sevenler, bütün ulusu da. O Ankara’da yoktu.
“Daha büyük işler başaracağız!” yüce inancıyla dolu Atatürksüz yıllar nasıl geçecekti. Gerçekten de geride kalanlar onun çizdiği yolda, onun vatan ve millet felsefesi, çağdaş uygarlık felsefesi yolunda gidecekler, gidebilecekler miydi? Yarattığı esere yeni eserler katarak ruhunu şad edebilecekler, onu ebedi istirahatgâhında rahat uyutacaklar mıydı?
Onu görmek demek behemahal yüzünü görmek demek değildi kuşkusuz, fakat eserlerini, Türk’ü yücelten eserlerini anlamak, bunları devam ettirmek Atatürk’le her an yüz yüze gelmekti. Bunu başarabilecek miydik?

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER